Sosyal Gruplar

"Milli mesele"miz olarak din


dua2

Kimi dostlarım var...

Siyasal analiz yaparken müthiş iddialıdırlar ama...

Sosyolojiyi kapılarından içeri sokmazlar.

Onlar için sanki toplum diye bir şey yoktur.

Varsa yoksa siyasal aktörler!
Geçmişte Demirel, Ecevit, Özal, bugün Baykal, Erdoğan ve partileri her şeyi açıklamak için yeter onlara...

Mesela CHP'nin tarikat açılımı, çarşaf açılımı, başörtülü belediye başkanı adayı açılımı falan...

Ya bütünüyle oy avcılığı içindir ya da liderde cisimleşen siyasal çözülüşün tezahürüdür.

Tamam. Diyelim ki, CHP'nin yaptığı oy avcılığı!
Fakat tam o noktada sormak gerekmez mi: Neden oy avcılığı hep bu alanda yapılır? Hatta neden zalim ve muktedir darbeciler bile ellerinde Kuran'la meydanlara çıkmak zorunda kalırlar?

Hayır! Bu soruyu akıllarından bile geçirmezler. Bu soruya cevap arayanlara da öfkelenirler.

Sözünü ettiğim dostlar AKP'nin % 47'sini anlamaya çalıştıkları zaman da aynı tavrı sürdürürler!

Şaşkın ve kızgındırlar. Bu sonucun arkasında hep bir bit yeniği kovalarlar!
"Din istismarı" kavramını İngiliz anahtarı gibi her kapıyı açmak için kullanırlar.
Fakat o da olmadığında...

Halkın oyunu üç kilo bulgura sattığına karar verirler ve bu kararlarından bir daha zerre şaşmazlar.

MHP'nin neden türbandan yana tavır aldığını da anlamak istememiştir bu dostlarım.
Bu partinin daha 1999'da Meclis'e başörtülü milletvekili taşıdığını unuturlar. MHP milliyetçiliğinin muhafazakâr temellerini ve toplumsal tabanının özelliklerini görmek yerine siyasal komplolara ve " hatalı liderliğe " bağlamak işlerine gelir.
Oysa toplum parti tezlerine göre biçimlenmiyor. Buna direniyor.

Siyasal aktörler gelip geçiyor; toplum kendi " yolunda " gidiyor!
Bu ülkede siyaset yaparken geniş kesimlere seslenmek ve etkilemenin yollarından en başta gelenlerinden birinin, din ve dinle ilgili değerler olmasının kaynağını anlamak için toplumun derin sosyolojisine bakmak gerekiyor.

Belki en önce Türklerin tarihsel ve toplumsal anlamda " milli meselesi "nin ne olduğunu anlamak zorundayız.

Okullarda okutulduğu gibi değildir; millet olmak basitçe din, dil, ırk, toprak ortaklığından kaynaklanmaz.

Kabaca söyleyecek olursam...
Milletler ya milliyetlerin çatışarak kendilerini ayrıştırmaları yoluyla tarih sahnesine çıkarlar.
Ya da dağılma veya dağınıklık halinden sonra bir " mesele " etrafında kendilerini kurgularlar.

Örnekse...

Kimi sosyologlar Amerika'yı anlamak için bu toplumun "milli meselesi"nin farklılıkları bir araya getiren " eşitlik ve özgürlük meselesi " olduğunu söyler.
Almanların "milli meselesi"nin devlet fikri ve düzeni olduğu ve bu özelliğin o topraklarda demokrasinin yerleşmesini uzun süre zorlaştırdığı iddia edilir.
Türklere gelince...

Daha en başında, üstelik İttihat Terakki'nin ırkçı arayışlarına rağmen...
Türk toplumunu oluşturan "milli mesele" dindir!

Çünkü hem Batı dünyası onları, hem de onlar kendilerini önce dinleriyle ve dini koruma kollama göreviyle tarif etmiştir.

Ekonomik, etnik, hukuki pek çok " temel mesele "ye rağmen...

Bu ülkede hâlâ siyasetin zeminini belirleyen birçok şeyin din alanı ve referanslarına ait olmasının kaynağı burada saklıdır.

Uzun ve derin konu.

-Kaynak-

SABAH GAZETESİ


Dışarıda soğuk içerde kahve ve battaniye


dışarısı soğuk ve yağmurlu

Çocuklarını erkenden okula gönderen ve sonra kendi işine gitmek üzere hazırlanan bir anne...

Uykusunu doğru düzgün alamadan ve güne çocukların gürültüsüyle başlamanın sersemliğiyle giydiği çoraplardan birinin lacivert, diğerinin siyah olduğunu fark edememiş bir baba...

Cep telefonunun alarmını susturduğu gibi kendini yataktan dışarı atan genç adam...

Bu yetişkin insanlarla küçücük bir ilköğretim öğrencisini aynı tatsızlık duygusunda buluşturan sabahları bilirsiniz, değil mi?

Yağışlı, soğuk, karanlık sabahları...

Yataktan çıkmak istemezsiniz.

Giyinmek nasıl zor gelir.

Önce banyodan çıkıp giyinmeye giderken; sonra da tam kapıdan çıkmadan önce şöyle bir durursunuz. Sanki sizi bekleyen ne varsa o an hepsini unutmak istersiniz!

Salonun bir köşesindeki kanepenin çekiciliği, üzerinde katlanmış halde duran battaniyenin çağrısı bütün mecburiyetlerin önüne geçer.

Ah! Mutfaktan hâlâ kızarmış ekmek ve çayın, kahvenin kokusu gelmektedir...

Hayat birden okula, siz de sınavdan yırtmaya çalışan bir öğrenciye dönüşürsünüz.
Ve içinizden dersiniz ki...

O sınavda sözlüye kalkmaktansa, şurada battaniyenin altına sığınmak ne güzel olur şimdi!

Birkaç ay önce işini tümüyle evine taşıyan bir tanıdığım iki laf arasında " aman ne rahatmış böylesi, ne başkalarının ağız kokusu var ne yolların çamuru, tozu! " demeyi eksik etmezdi.

Geçen gün karşılaştık.

Nasıl gidiyor senin 'home office' durumları, diye sordum.

Yüzünü buruşturdu. " Yok, ofisle evi yine ayırdım!" dedi; "insan ne gününü saatini biliyor, ne disiplinli çalışabiliyor ne de..."

Orada duraksadı!

Asıl önemli olan ama kendimize bile itiraf etmekte en çok zorlandığımız şey oydu çünkü...

"Ne de yaşadığını anlayabiliyor insan!"

Anlamıştım onu...

Çünkü " dışarısı " dediğimiz şey, yani yollar, meydanlar, işyerleri, kafeler, büfeler, başka insanların kalabalığından oluşan dünyada sıkıntılar kadar yaşamanın hazları da epeyce yer tutuyordu.

Bilgisayar ve internet teknolojisinin getirdiği imkânlar " evden çalışma/home office " modelinin bütün dünyada yaygınlaşmasına yol açıyor.

Çevremden de gayet iyi biliyorum ki, birçok insan işyerini eve taşımanın hayalini kuruyor.

ABD'de " evden çalışanların " sayısının 20 milyonu geçtiği söyleniyor.
Fakat tartışmalı bir konu bu. Çünkü çalışmak, asla sadece çalışmak değildir.

" Modern insan "ın örgütlü iş düzeninin yarattığı tarihsel bir karakter olduğunu unutmamalıyız.

İşe gidip gelmeyi " ekmek parası uğruna çekilen yorgunluk "tan ibaret olarak görmek yanıltıcı.

İşe gidip gelmek aynı zamanda sosyal özgürlük ve renkli ilişkiler alanı.
Yani öyle kolayca vazgeçilecek ve yerine yenisi konulabilecek türden bir şey değil bu düzen...

İtiraf edelim ki...

Hâlâ güzel ve baştan çıkartıcı olan şey evin hoşluğu değil, soğuk ve yağışlı bir havada işi ya da okulu kırmak arzusudur.

O kaçamak tat yani...

Yani elde kahveyle battaniyenin altına sığınıp pencere kenarında ya da ekran karşısında pinekleyecek olmanın müthiş cazibesi!

İş düzenini alaşağı etmeye gelince...

"Home office" falan çare olmaz ona!
Derin bir zihin ve devrimci bir eylem ister.


Neden hep...


şehit cenazesi

Affınıza sığınarak şöyle diyeyim:

Lagalugayı bir an için bırakın, bu kadının şu sorusuna cevap verin.

Protokolünüzü bozmuş olabilirim de...

Memleketin Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, TBMM, Anayasa Mahkemesi Başkan ve üyeleri, Başbakan ve bakanları, Genelkurmay Başkanı ve komutanlar, Yüksek Yargı, YÖK, bürokrasi mensupları, parti liderleri ve partilileri...

Büyük işadamları, siad, oda, birlik başkanları, sivil toplum şeyleri... Medya aristokrasisi...

Bir kez olsun şu soruya cevap verin.


Bir annenin, pusuda öldürülmüş oğlunun bayrağa sarılı tabutu başında sorduğu şu soruya cevap verin, hadi.

İster muhafazakar biçimde cevap verin, ister laik... İster cumhuriyetçi bir şekilde, ister demokrat bir hareketle... İster milliyetçi bir cevap, ister ulusalcı bir yanıt... İster liberal olsun, ister sosyal demokrat, ister demokratik sol, ister serbest piyasacı, ister devletçi...

Ama bir cevap verin.

"Ağlamayacağım, ağlayıp da onları güldürmeyeceğim" de diyebilen Elmas Hanım' ın, evladını uğurlarken sorduğu soruya bir cevap lütfen:

"Neden hep fakirler ölüyor?"

Aklınıza geldiği gibi, içinizden geçtiği gibi, bildiğiniz gibi, duyduğunuz gibi... bir cevap verin!

Sonra, Edirnekapı Şehitliği'nden çıkın, Ankara Abdi İpekçi Parkı'na varın. Orada muhtemelen bir adam göreceksiniz.

12 sene üniforma giymiş, Elmas Hanım'ın oğlu gibi yoksul, genç, kavruk askerleri taşımış, sonra bir gün sağlık kontrolünde "Artık işimize yaramazsın" deyip işinden açlığa atılmış, insan onuru teslim edilmemiş, askeri mahkemede yenilgilere uğramış bir Bahri Çavuş'u belki "açlık grevi"nde göreceksiniz.

Elmas Hanım' ın sorusunu götürün yanınızda, bir de ona sorun:

"Neden hep..."

Alın soruyu, kat edin Anadolu'yu; Elmas Hanım'ın Turanının düştüğü Cizre'ye geri götürün.

Orada bir ana var, Kumri Hanım. Şehit düşmüş evladını Cizre'de toprağa vermişti ya... Ona da sorun...

"Neden hep fakirler ölüyor?".

Ne ki, Kumri Hanım Türkçe bilmediğinden, nice ana gibi Kürtçe yaktığından ağıtı evladına, şöyle sorun:

"Çima tim feqir di mirin?"

Hadi sivil ve askeri erkan; anneye bir cevap verin.
Bir cevap olsun da, dili siz seçin!


Filistine ve insanlığa yardım edebiliriz


Durma İsraili sende kına


Ağlayan bir bebek

Evet Ey Sevgili Dostlar!...

Açlık içinde dahi olsa yaşamasına müsaade edilmeyen Filistin’deki çocuklara, erkeklere, kadınlara sadece bakıp duran kardeşlerim. Tıpkı benim yaptıklarımı yapan kardeşlerim.

Bir miktar daha Filistinli öldü bu günlerde önceki ölenlere ek olarak ve ölmeye de devam ediyorlar.


Biz seyretmeye devam ediyoruz bu katliamı İsrail’e ettiğimiz küfürler eşliğinde. Her ne getirisi varsa artık bunun!.

İçerledik bu yapılanlara biraz olsun. Dokundu içimize; kafasından kanlar boşanırken korku içindeki masum gözlerini bize diken o kız çocuğu.

Bir minik bebek gördük orada. Üzerine “meçhul” diye yazılmış bir minik bebek. Kendi evladınızı, bebeğinizi hayal edin bir kere. Her şeyiyle üzerine titrediğiniz bebeğinizi “meçhul” ile yer değiştirin. Birinin, sizin gözünüzden sakındığınız bebeğinizin üzerine bir şeyler yazdığını düşleyin, onun hiçbir şeyden habersizce etrafındakilerden korkuşunu, anne-babasını arayan o savunmasız bakışlarını hayal edin Allah aşkına. Ve utanmıyorsanız hala da ağlamayın o insanlar adına. Her şeyi ile küçücük “meçhul” adına.

Sıkıştığımız anlarda zamanında atalarımıza yaptıklarından dem vurduk. Hak ediyor bunlar dedik. Ardından bunların 100 yıl önce olduğunu, bugünün insanlarıyla alakası olmadığını hatırlayıp utandık. Kendilerine yapılan zulme taş ile direnen gencecik yürekler gördük sokaklarda.

Değerli şeyler kendine has ölçütlerle ifade edilirler kardeşlerim. Elmas(karat), altın(ons) vs… Peki dünyadaki en değerli varlık olan insanın değeri nasıl ölçülür? Yukarıda bir miktar Filistinli daha dedim dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Ama Eşref-i mahlûkat olan insan için en değersiz ölçü birimi olarak ifade edilebilecek miktarın kullanılması yakmıyor mu yüreklerimizi? Onlara bu kadar değersiz bir madde muamelesi yapılması yakmıyor mu hala bizleri?

Evet ortadoğuda insan belki de en değersiz varlık. Sadece katledilmeye layık bir et torbası. Maalesef ki böyle dostlar. Girin google’a ve Filistin diye aratın. Çıkan resim sonuçlarına bir göz atın. Afganistan, Irak ta yazabilirsiniz isterseniz. Çıkan sonuçlar size bu ülkelerin en çok neleri ile ünlü olduğunu gösteriyor. Görebildiniz mi bir doğa güzelliğini, ya da bir tarihi varlığını. Devam edin aratmaya. ABD yazın. Katledilen değil, katleden Amerikaları göreceksiniz bu sefer. İsterseniz İsrail de yazabilirsiniz. Sonuç aynı. Yani kaderleri sadece ölmek olmuş bir toplumu fark edin ey dostlar. Daha sonra arayın şunları; Türkiye, Avustralya, vs… bir de bunlara göz atın. Ne olur fark edelim oradaki insanların neler arasında kıstırıldığını.

Yazının başında Aç olarak dahi olsa yaşamasına müsaade edilmeyen Filistinler dedim. Aç, fakir, bilcümle rezil yaşam standardına sahip olsa bile yaşama hakkı tanınmayan Filistinlilerden bahsettim. Ne denli değersiz görüldüklerini anlatabilme adına.

Üzülmedik ey dostlar, olanlara üzülmedik. TV de gördük hunharca katledilmiş bir grup fakir insanı. Çevirdik kafamızı sanki isyan edercesine. Ama isyan da etmedik gerçeği söylemek gerekirse. Birkaç dakikalık can sıkıntısının ardından tatlı arandık yemek için, TV de program aradık eğlenmek! için. Yalan mı kardeşlerim yalan mı?

Geceleyin gene yumuşacık yastıklarımızda, sıcacık yorganlarımızın içinde uykuya daldık huzur içinde. Soğukta tir tir titreyen masum ve müslüman bir halkı umursamaksızın uyuduk.

Peki, çözüm ne kardeşlerim, ben ne yapabilirim bu durumu düzeltebilmek için.

Tek bir şey yapabilirim. Silahların en güçlüsü olan bir silahla karşı koyabilirim onlara. “DUA” ile. Ama riyasız, ama kalpten, ama çıkarımı düşünmeksizin, ama insan olduğumu haykırma düşüncesiyle yapmalıyım bunu.

Ey dostlar, kardeşlerim, kendini insan ve Müslüman olarak tanımlayanlar;

Var mısınız DUA’ya. Çok değil: 1 hafta boyunca her gece saat 3.00 te kılacağımız bir teheccüd namazının arkasından edeceğimiz 5 dakikalık bir DUA’ya. Abdest alması da dahil toplam 15 dakikamızı alır bu iş. Filistinli kardeşlerimiz için, dünyanın her neresinde olurlarsa olsunlar, ezilen, baskı altında tutulan ve sömürülen İNSANLAR için uykumuzdan 15 dakika fedakârlık etmeyi başarabilir miyiz?

Savaşmak değil, canımızı tehlikeye atmak değil istediğim. Sıcak odanızda 15 dakikalık bir YAKARIŞ.

Ne dersiniz: Bunu bugünden itibaren başlayarak BAŞARABİLİRMİYİZ?